Değerli dostum Gülşen Çandar’ın BirGün Gazetesi için hazırladığı sorulara yanıt verdiğim söyleşinin nüvesi, 24 Şubat 2015 tarihli sayıda yayımlandı. Gazete bağlantılarına Basında sayfasından erişebilirsiniz. Neredeyse bir nehir söyleşi tadındaki sohbetimizin gazetede yer almayan bölümlerini de içeren tam metnini paylaşıyorum. Keyifli okumalar dilerim.

AO.

Kirlerden Arınabilenlerin Tangosu

İlk şiir kitabınız 2004’te yayımlandı, on yıl sonra 2014 Şubatı’nda ikincisi geldi. Beylerbeyi’nde Son Tango adlı ikinci kitabınızı konuşmak istiyorum; ama geçen sürede neler yaptığınızı paylaşır mısınız?

İki şiir kitabım arasında on yıl var; ama edebi faaliyetlerime ara vermedim. Arada geçen sürede hem şiirlerimi demledim hem de tiyatro oyunları, öyküler, kısa film öyküleri, hatta bir roman yazıp ikincisinin hazırlığına başladım. Nekahetle değil, demlenmeyle geçen süreyi yeterli bulup yeni bir yayın takvimi oluşturmaya karar verdim.

Şiirlerinizde bir öykünün içine saklanmış özlem duygusunun egemen olduğu görülüyor.  Özleminize de sevdanın… Fakat sanki bu sevdanın öznesi yok gibi. Sevdalarınız özneleri neler, kimler?

İnsanın duyumsayabileceği hiçbir duygunun nesnesi ya da öznesi olmadığına inanmak istiyorum. Buna gerçekten inanıyor musun, diye sorarsanız; hayır. Çok da emin değilim. Zihnimin bana kurduğu oyunlar arasında dönüp dönüp kendimi yalanladığım süreçlere girip çıkıyorum; ama duygu denen şeyin öznesi ye da nesnesi olmaması gerek, diye düşünüyorum sürekli. Bir bütün içerisinde insanın, onu canlı kılan her şeyle bir ahenk içerisinde yaşadığını düşünüyorum. Yaşamı bütünlük algısıyla yorumlamak, bütünlüğe bir güzelleme yazmak istiyorum! Bu nedenle sevdamın bir öznesi var mı? Canlılık dışında bir öznesi yok. Canlılar ve canlılık, sevdamın nesneleri. Belki dil alışkanlığıyla belki de gerçekten insanları ayırt etme isteğiyle, canlılardan söz ettikçe insanları ayrıca anmaya güdüleniyorum. Yine de insanları diğer canlılardan ayırmak, beni özlük-üveylik tavrına sevk ettikçe huzursuzlanıyorum.

Bunları şiirin içinde bir öyküye saklamanız bir yöntem mi yoksa sizin duygu durumunuzu öyküyle birleştirdiğinizi mi bize gösteriyor? Her bir şiirinizde bir öykü var; her öykünün içinde bir özlem var.

Öykü de öykülerin adandığı canlılar da bu yaratım sürecinin yalnızca vesilesi. Bazen bir vesile olmadan insan duyumsayamıyor ya da göremiyor. Öykü diye adlandırdığınız o anılar da bana vesile olan yaşantılar.

Şiirlerinizde dün-bugün-yarın bütünlemesinden söz etmek istiyorum. Üçü ayrı ayrı, kopuk kopuk değil de tek bir an gibi işleniyor şiirlerinizde. Buna örnek verebileceğimiz Telve, Ahit gibi şiirlerinizden de hareketle günlük yaşamınızda da dün, bugün ve yarını bir an olarak yaşayıp yaşayamadığınızı sormak istiyorum. Bunu başarabiliyor musunuz?

Bu soruya kişisel deneyimlerimden yardım alarak yanıt vereceğim. Zaman algımla ilgili bir sorun olduğuna gerçekten inanıyorum. Özellikle geçmişle ilgili bir algı sorunu yaşıyorum. Geçmişi, daha geçmişten ayırt edici bir özelliği yok zihnimde. Bu da beni, özellikle zihinsel sorgulama sürecinin içerisinde geçmiş ve bugün diye ayırt edebileceğim bir şey olmadığı kanaatine erdirdi.

Zaman, Çehrenizi Nereye Döndüğünüzle İlgili Bir Atıf

Hem yaşamı, insanı, canlıları, hayvanı, her birisini bir bütün olarak algılıyorsunuz hem de zamanı bir bütün olarak algılıyorsunuz. Doğru mu?

Evet, geçmişle gelecekle değişen şeyler olduğuna inanmıyorum. Yalnızca canlıların varmaya çalıştığı bir erek olduğuna ve buna gidilen yolda bir sarmal içerisinde olduğumuza inanıyorum. Bu sarmal zaman zaman insanı geçmişe döndürüyor, zaman zamansa geleceğe bakmanıza yol açıyor. Tam da bu nedenle dün, bugün ve yarın benim için çok da muteber sözcükler değil. Hepsi de aynı anın içinde, çehrenizi nereye döndüğünüzle ilgili birer atıf.

Günlük yaşantınızda geçmişten gelen bir duygusal tepme gününüzü etkilemiyor mu? Onu ayırt edebiliyor musunuz?

Ayırt etmek kolay ya da istekle yapılabilen bir şey mi, emin değilim. Daha çok içerisinde kaybolmayı tercih ediyorum. Bu bana dünün, geçmişin ya da bir an evvelin mirasıysa “bunu deneyimlemem gerekiyor demek ki,” diye düşünerek devam ediyorum hayatıma. Bu duygu durumunun içinde olmam, bu mirasa sahip çıkıp bunu yaşamam gerekiyorsa yolculuğumun kalanı için bunu duyumsamam gerekiyormuş diye düşünüp ayıklamaya çalışmıyorum.

Şiirlerinizde gördüğümüz bir başka öğe de korkulara ilişkin. Korkuların temizlenmesiyle ilgili kurgularınız ağır basıyor. Korkunun insanı kirlettiğini mi düşünüyorsunuz? Bunu fark edişin ötesinde güçlü bir seslenişiniz var insanlara: korkularınızı temizleyin, bunlardan kurtulun. Bu da okuru etkiliyor, beni etkiledi. Bu farkındalığı yaşadığınız düşünsel birikiminizi paylaşır mısınız?

Bence insan doğasının açılış anahtarı güven duygusu. Güveni kirletebilecek yegâne güçlü duygu da korku. Korku kuşkuyu getirir, uzaklaşmayı getirir, bir ağır silah gibi güven duygusunu yerle bir eder. Eğer insanın canlılığına ilişkin güveni sarsmak istiyorsanız korku serpmeniz yeterli olur. Bunun gerçekten duygusal bir strateji olduğuna inanıyorum. Bu yüzden kir, benim için korkuyla vücut bulan bir kavram. Bunun temizlenmesi gerektiğine yürekten inanıyorum. Kirlerin bulaşma katsayısı çok yüksek. İnsanları korku özelinde bir yolla kirletebilirseniz bunun bulaşmasının önüne geçmek, kirletmek kadar kolay olmuyor. Süt ve kahve metaforu çağrışıyor. Bir fincan süte bir dirhem kahve kattığınızda rengini bulandırabilirsiniz; ama bir fincan kahveye süt damlattığınızda rengini açamıyorsunuz. Temizlemek, kirletmekten daha çok emek, duygusal ve zihinsel sıçrama isteyen bir süreç. Bu yüzden en büyük derdim korkularla.

Yara Almak Dil Öğrenmeye Benzer

Kirlenmek kolay, temizlenmek zor dediniz; ama temizlenmeye de yaralı dokunuşların ilaç olabileceğini düşünüyorsunuz. Yaralı dokunuşlarla bu temizlenme sürecinin tamamlanabileceğinden bahsediyorsunuz. Çok da büyük bir derinlik görüyorum burada. Korkuyu kirlenmenin temeline aldınız, temizliliğiyse yaralı dokunuşlarla mümkün kılıyorsunuz. Yaralı dokunuşların da kirleri var. Kir kiri mi temizleyecek? Birbirimizle bunu nasıl temizleyeceğiz, bu duygularımızla nasıl barışacağız?

Yara almak bana dil öğrenmek, alfabe uyuşturmaya çalışmak gibi geliyor. Kirden ve temizlikten bahsedeceksek o kiri görmemiz, ne olduğunu bilmemiz lazım. Bu yüzden yaraların insana bir dil öğrettiğini, insanı kendisiyle ve canlılığıyla ortak bir payda da buluşturduğunu düşünüyorum. Yaralar tabii ki kir taşıyor; ama insanın kendi yaralarına bile nasıl dokunması gerektiğini o yaralarımızdan öğreniyoruz. Yarayı nasıl, nereden ve neden aldığımızı kirlenmeden öğrenemiyoruz. Sonrasında temizlenmek oldukça kirlenmek güzeldir!

İnsanoğlunun geldiği bu denli kirli bir sosyal yaşam üzerine insanların yine de birbirini bu yaralı dokunuşlarla temizleyebileceğini mi düşünüyorsunuz? Böyle bir mücadeleniz mi var?

Ben çığırtkanlık yapmaya çalışıyorum; ama bu, bilinç düzeyinde ya da kişisel kararla geçilecek bir hareket değil. İnsanın doğası bunu gerektiriyor. Tutarlılığa ulaşmış, temiz bir yürek ve zihin bütünlüğü arıyoruz. Bireysel anlamda bir temizlenme mücadelem var; ama insanoğlunun geldiği noktanın henüz bir temizlik girişimi olduğunu düşünmediğim için çığırmaya devam ediyorum.

Bir insan kendine dokunur mu, dokunabilir mi?

İnsanın kendine dokunması, önce fiziksel olarak kendine dokunmasıyla başlıyor. Aynanın karşısına geçtiğinde gözlerine bakarak kendisiyle iletişim kurabilmeyi öğrenirse ilk adımı atıyor. Evet, insan kendisine dokunabilir. Ne kadar objektif ve gerçekçi yapabileceği insanın kirliliğiyle ilgili…


kendine dokunacaksın usuldan
dokunduğun ne sanıyorsun
ellerinin diyorum, değdiği
ne sanıyorsun
en çıplağını elliyorsun da
farkına varmaktan korkuyorsun

Bize ne diyorsunuz Aras Bey?

İnsanoğlu nesilden nesle bilgi taşıyor. Bazen tutsağı olduğu, bazen bu tutsaklığın ayırdına bile varamadığı; ama doludizgin peşinden koştuğu bir bilgi aktarımı yapıyor. Bu aktarımın içinde insanın özünü yok saymasına kaygılanıyorum. Bu bilgi karmaşası ya da yoksunluğunun tutsağı olduğumuzda dokunduklarımızı hissetmeyebiliyoruz; özden uzaklaşabiliyoruz. Sırf bu yüzden bazılarını, hani en faşist tabirle, titre de kendine gel diye sarsmak istiyorum. İnsanların kendilerine dokunamadıklarını, bir kez dokunsalar dünyanın acısının azalacağını düşünüyorum. Bir insanın acısının azalması, dünyadan bir acının silinmesi anlamına geliyor. Bugüne dek yaşamış milyarlarca insan içindeki bir acının azalmasıyla belki de bugün daha rahat nefes alabiliyoruz. Bir insan kendine dokunsun; belki bugünümüzü belki çehremizi döneceğimiz yarınımızı bir kirden daha temizlemiş olalım. İnsan kendine dokunsun, kim tutar insanoğlunu!

Yalnızlık da insanın kendine dokunamamasıyla mı ilişkili sizce?

Yalnızlığa biraz daha esenlikli bir anlam yüklüyorum. Yalnızlıkla bir başınalık farklı şeyler. İnsanın bir başınalığı, içerisine terk edildiği, kendine dokunma yetisini kaybettiği, sürekli sancılandığı bir oluş biçimi. Kapalı bir kutuya hapsolmuş ve ne yapacağını bilmeyen bir insan canlanıyor gözümün önünde. Yalnızlığı ise o kutunun içinden çıkıp çıkmamayı, iradesiyle söz sahibi olabileceği bir yolculuk biçimi olarak görüyorum. Yalnızlıktan ziyade bence bir başınalık, insanın kendisine nasıl dokunacağını bilememesi. Yalnızlık bu dokunma sürecinin artık bir gündem maddesi olmaktan çıkıp bir duruş haline gelmesi. Yalnızlığı ancak kendine dokunanlar ve temizlenmek için hiç değilse yol kat edenler deneyimleyebilir. O da insanın bütünlüğünü tamamlıyor. Yaralarıyla, boşluklarıyla, yalnızlığıyla insan kendi varoluşuna yaklaşıyor. Varoluşa yaklaşmak için yalnızlık da yaşanmalı. İnsanın, bir başınalık kutusuna hapsolup ya da hapsedilmiş hissedip çıkmak için duvarları yıkmaya girişmesi gerekiyor.

Şiirlerinizde “piyasaya çıkmış satılık körpe bedenlerin örtüsünü” kaldırdığınızda altında bir sevda türküsü çıkıyor. Bu örtüyü nasıl kaldırdığınızı merak ediyorum. Bu türküyü nasıl yakaladığınızı, buna nasıl cesaret ettiğinizi merak ediyorum.

Sanırım ben böyle çoğalıyorum. İnsanlara sevdayla ve özlemle yaklaşmadan çoğalmayı beceremedim. Her örtünün altında sevda arıyorum. Bunların bir kısmına sahiden erişebiliyorum; bir kısmına da kendimce bir atıfta bulunarak sevda yaratmaya çalışıyorum. Her bedende ve her zihinde sevgiyi görebiliyor; aşkı biriktirebiliyorsunuz. Buna ne denli erotik, dünyevi ya da ulvi anlamlar yüklerseniz yükleyin, ötesinde bir bağ olarak sevgiden bahsedebiliyorsunuz. Bu bağ benim penceremden sevdayla tanımlanıyor. Ben örtünün altında bir gizem olarak sevdayı arıyorum. Sevmek insanın doğasında var. Öğretilebilir ya da öğrenilebilir bir şey değil; unutulduğunda ancak hatırlatılabilir. Örtü bu unutma hali!

Hayat Kompartımanlardan Oluşmuyor

Şiirlerinizi okuduğumuzda sizi acı çeken biri olarak algılayamıyoruz. Bireysel bir feryadınız yok. Yaşamın çektiği acıların feryadı var şiirlerinizde. Gündelik yaşamınızda insanların acısından pay alıyor musunuz? Eğer alıyorsanız yaşamayı nasıl başarıyorsunuz?

Bir dostum bana “huzur denen şey afyondur,” demişti. Bu görüşe bu denli keskin biçimde katılmıyorum. Beni de “sen huzursuzken daha üretkensin,” diye eleştirmişti. Hâlbuki benim bireysel olarak huzursuzluk hissedip hissetmemem hiçbir anlam ifade etmiyor. Dünya üzerinde bir huzursuzluktan bahsettiğimiz sürece, benim metinler üretip şiirler yazarak feryat etmem kaçınılmaz. Dünya huzursuzken ve hala bir arayış içindeyken, örtülerimizi kaldıramamışken bireysel huzurdan bahsetmek çok da mümkün değil. Arıyoruz. Ararken ben sözcük kullanıyorum, bir diğeri tuvale işliyor, öteki ezgilere yüklüyor. Acıdan pay aldığımız sürece acı adına konuşup onu seslendiriyoruz. Biriktirdiğim aşk, yalnızca esenlikli duyguların birikiminden değil; yaşamdan topyekûn bir tasarruf. Boşluklarıyla, çelişkileriyle, tanımsızlıkları ve yitimleriyle bir bütün olarak yaşamla yüzleşmeyi, pay aldığımız acıları dillendiriyorum. Huzursuzluktan ya da acıdan pay almayan insan olabileceğine ihtimal vermiyorum; zihnimde canlandıramıyorum. Her birimiz birer biyolojik, duygusal, sosyal varlıklarız. Hiçbirini ayıklamak mümkün değil ki… Hayat kompartımanlardan oluşmuyor.

Böyle söylediğinizde yaşam üzerine bir ütopyanız olduğunu düşünüyorum. Bu ütopyanın başlangıcını insanın kendi korkularına dokunuşuyla inşa ediyorsunuz. Kirler temizlendikçe yaşamın içinde sevda yayılmaya başlıyor diye düşünüyorsunuz.

Ütopyadan bahsedebilmek için önce distopyanın tanımını koydum. Neyin içinde olduğumuzu ve ne olmaması gerektiğini tanımladım. Bunu layıkıyla tamamladıktan sonra ütopyadan bahsedebiliriz. Bu anlamda ütopyamı tasvir edemem. Yolculuğum süresince ancak nerede olduğumuzu görebiliyorum. Neyden uzaklaşmak gerektiğini ve ne olmaması gerektiğini tasvir edebilirim.

Aras Beyciğim, Parna şiirinizde “gururunuza yediremediğiniz lokmaları evhamlarınıza kilitlersiniz” diye bir dizeniz var. Gurur ve evham kavramlarının arasına başka kavramlar yerleştirmenizi rica etsek ne derdiniz?

Şiirin adı olan Parna benim için pranga sözcüğünü çağrıştırıyor. Parna’yı her düşündüğümde aklıma insanın ellerinden ve ayaklarından kilitlendiği prangalar geliyor. Belki var olma sürecimizin olmazsa olmazı olan; ama insanın çokça üçüncü ayağı olarak kullanma tuzağına düştüğü egoyu doyurup tatmin ettikten sonra bunu bir destek değil, salt bir araç olarak görmeyi başarmalıyız. İnsanın en uzun ve zorlu yolculuğu bu olabilir. Egonuzu tamamladığınız hissine kapılırsanız, bağırmaya başlayan ego yanına kendi vahametini çağırıyor: evham! Şişkin bir egonun büyüttüğü gurur, evham besletiyor. Kirli duygularımızı evhamlara değil, gurura hapsedip oradayken yüzleşmeniz lazım. Egoyu ve gururu yeniden bayındır edebilmek için kaybetme kaygısından arınmak, evhamlarınızı kovalamak önşart olmalı. Üstelik evhamlarınızın gururunuzla kurduğu ortak tuzaklar o kadar tutarlı ki zihin süzgecinden rahatlıkla geçebiliyor. Zihninizi de masanın üzerine koyup düşünmeye başladığınızda, hislerinize ve sezgilerinize de söz hakkı tanıdığınızda evhama yenik düşüp düşmediğinizi ancak fark edebiliyorsunuz. Yoksa gurur ve evham, zihnin istediği tutarlılığı sağlayarak bizi rahatlıkla uyutuyor. Bundan ne zaman sıyrılabilirsek o zaman her zerremizde aydınlığı hissedebiliyoruz.

Bunu yaşla ilişkilendiriyor musunuz?

İnsan ömrü boyunca bu kilidin içinde kalabilir. Yaşla ilintili bir şey değil. İnsan var ki sekseninden sonra bu yolculuğa çıkabiliyor; insan var ki zaten bu yolculuğun içine doğmuş olabiliyor. Yalnızca zihinsel yaştan bahsetmiyorum. Her şeyiyle, toplumunuzla, toprağınızla, genetiğinizle taşıdığımız mirasın bir ürünü olarak deneyimler bütününden söz ediyorum.

Gurur dinamiğini yıkıp aydınlanmak için hayat insanın karşısına çok da fırsat çıkarıyor. Bunu başaran insanlarda neyi yakaladınız?

Onlar da yemek yakmışlar! Onların da hataları olmuş, yanlış yapmışlar. Bunların içinde kaybolup gitmek, bunlara hayıflanmak yerine varoluşlarının bir parçası olarak görmeyi başarmışlar. Hepimizin hataları, yanlışları var. Bazen kendi kuyularımıza da düşüyoruz. Bunların yarattığı karanlıklar, tortularını süpürdüğümüz sürece zarar vermiyor. Gururu da önce inşa edip sonra yıkabilmek için insan olduğumuzu hatırlamamız gerek. Sonrasında başkalarının yaptığı hatalar da canınızı yakmıyor. Bunu yapabilenler, insanı insan olarak, insan olduğu için algılayabiliyor; yalnızca canlı olduğu için değerli görüyor. Sevilme önceliğini kaldırıp sevme önceliğine geçmek için adım atıyor.

Gülşen Çandar – BirGün, Ankara

1 Bu söyleşiden bölümler “Kir; korkuyla vücut bulan bir kavram” başlığıyla 24.02.2015 tarihli günlük BirGün Gazetesinde basılı olarak ve aynı tarihte gazetenin internet sayfasından yayımlanmıştır.
2 BirGün’de yayımlanan metin, “Beylerbeyi’nde Son Tango” başlığı altında yeniden aktarım ve bağlantı yoluyla 24.02.2015 tarihli Karşı Gazetede yayımlanmıştır.
3 BirGün ve Karşı’da yayımlanan metinlerde Gülşen Çandar’ın adının sehven Gülsen Candemir olarak yazıldığı görülmüştür.